Öncelikle hoşgeldiniz. Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Ben 1945 yılında Antalya’da doğdum. Annem ve babam orada ögretmenmiş o zamanlar. 2 yıl kadar orada kalmışız. Sonra Ankara’ya geçmişler. İlk ve ortaokulu orada okudum. Sonra babamın kültür ataşeliği ve öğrenci müfettişliği sebebiyle 3 yıl kadar İsviçre’de yaşadık. Lisenin bir kısmını İsviçre’de bir kısmını Türkiye’de okudum. 1971 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdim. Uzun yıllar özel sektörde görev yaptım. Kafamda Amerika uzun süredir vardı. Orada doktorayı tamamlamak istiyordum ama maddi olanaksızlıklardan gerçekleşmedi. Kısa bir süre Amerika’da kaldık. Sonra hanım özellikle ısrar edince Kanada’ya geldik. Kanada’ya başvurumuz puan sistemiyle olmuştu ve çok hızlı bir şekilde başvurumuz kabul edildi. Bir anda kendimizi Kanada’da bulduk.
Tam Kanada nasıl oldu diye soracaktım…
Büyük oğlumuz Amerika’da okula başlamıştı. Kısa bir süre orada devam etti. Öğrencilere sunulan olanaklar ve gösterilen ihtimam Kanada’da da olur diye burayı tercih etmiştik. Quebec’ten Kanada’ya girdik. Giriş kapısında, puan sistemi ile Kanada’ya göçmen olarak kabul edilenler az olduğu icin göçmenlik polisi ve gümrükçüler çok yakınlık gösterdi. Siz atom mühendisi falan mısınız diye sordular. Batıya gideceğimizi öğrenince Quebec’te kalın diye çok israr ettiler. Daha ilk adımda karşılaştığımız bu özel ilgi bizi çok mutlu etmişti. Ama havası mülayimdir diye Vancouver’a gitmek niyetindeydik ve yola çıktık. Mart sonuydu Montreal’den başlayarak arabayla yola çıkışımız. Yolda dört mevsim yaşadık diyebilirim. Çok maceralıydı. Vancouver’da 5 yıl kaldık ve çok da sevdik orayı. Sonra Türkiye’deki anneler babalar yaşlanıp özledik diye baskı yapmaya başladılar. Oradaki arkadaşlarım ve iş çevrem de çok ısrar edince 92 yılında geri gittik Türkiye’ye. Sonra ikinci çocuğumuz oldu. Bu arada büyük oğlumuz 2000’e kadar ortaöğrenimini Türkiye’de tamamladı ve çocukların eğitimi ağır basmaya başlayınca yine Kanada’ya, Toronto’ya geldik. Burayı da çok seviyoruz açıkçası. 2 yıl kaldık Toronto’da ama Türkiye yine mıknatıs gibi çekti bizi. Esasen büyük oğlum Ryerson’da başladığı mühendislik bölümünde iyi okuyordu ve buraya alışmıştı. Türkiye’den ciddi iş teklifleri de geliyordu. 2002 yılında Türkiye’ye döndük. Ben orada çalışmaya başladım. Ancak 2012’ye vardığımızda bu sefer küçük oğlumuzun üniversite eğitimi söz konusu oldu. Geri geldik. Küçük oğlum da Ryerson’a başladı. Alışıyor diyerek bir süre sonra geri Türkiye‘ye döndük. Gözümüz arkamızda kalmayacaktı çünkü. Esasen büyük oğlum da büyük bir firmanın Belleville’deki fabrikasında proje mühendisiydi. Yani abisi de uzak değildi ona. Ne var ki 2015 yılında abisinin Singapur’a tayini çıkınca bu sefer küçük oğlum “yalnız kaldım, beni ihmal ediyosunuz” demeye başlayınca, hanım yine Kanada’ya gelmeyi önerdi. Daha evvelki gelişlerimizde Ankara’daki evimizi hep hazır tutmuştuk. Ama bu sefer evimizi tasfiye ettik ve tam olarak dönelim Kanada’ya dedik.
Burada dönelim kelimesini biraz açmak istiyorum. Genelde bizler dönmek fiilini Türkiye’ye dönmek anlamında kullanırız.
Ama Kanada’daki bağlarımız da bize burayı ciddi şekilde benimsetmişti. Nedeni budur.
Sonuç olarak aralıklarla da olsa burada 30 yıllık bir geçmişimiz var. Seviyoruz
burayı, medeni bir yer. Geçenlerde sosyal medyada burada yaşamış ve Türkiye’ye dönmüş birisinin yazdıklarını okudum. Nasıl kötülüyor Kanada’yı. Çarpıldım.
İzmir’linin Günlüğü’nü okumuşsunuz.
Galiba öyle birşeydi. İşte şöyle kar var, geyikler böyle fena, hayat zor diyor. Ama kötülüyor yani. Burası medeni bir yer, çok iyi bir yer, insana saygılı bir yer. İş bulmak zordur belki, herkes kendine göre iş hemen bulamayabilir ama burada sisteme girdiniz mi herşey çok iyi gitmeye başlıyor. Sağlık ve eğitim hizmeti de çok iyi. Dünyanın en yaşanılacak yerlerinin başında geliyor. Buraya ayak uydurdunuz mu yaşamamak için hiçbir neden yok.
Size göçmen kuş demek doğrudur değil mi?
Tabi denebilir. 1960’larda İsviçre’ye gidişimizden itibaren hep bir ayağımız yurtdışında. Geçenlerde bir vesile oldu da gittiğim ülkeleri saydım. 45 tane ülkeye gitmişim. Kimi iş veya spor amaçlı, kimi gezmek, kimiyse yaşamak için.
Yurtdışı kavramıyla çok küçük yaşlarda tanıştığınıza göre sizin gurbet tanımınız daha farklıdır zannediyorum.
Bazı özlemler hep var insanda. Memleket havasını, akrabaları, arkadaşları, iş muhitinizi
özlüyorsunuz. Onlardan uzak kaldınız mı gurbet kafanızda oluşmaya başlıyor. Aynı olayları burada bulabildiğiniz ölçüde gurbet duygusunu bir şekilde kompanse edebiliyorsunuz. Bence Almanya’da yaşayanlar için gurbet kavramı Kanada’nın en uç köşelerinde yaşayanlara göre daha farklıdır. Coğrafi yakınlık ve mali imkanlar büyük kolaylık sağlıyor Almanya ve Avrupa’da yaşayan Türklere. Türk mahallelerinde aradıkları herşeyi bulabiliyorlar. Akrabaları, dostları da orada olabiliyor. Sıla özlemi bir ölçüde azalıyor onlar için.
Hatta Alman gelince turist geldi diyorlar.
Tabi. Avrupa’da yaşayanların gurbetçiliği bize bakarak bir anlamda yumuşatılmış gurbetçilik. Ama tabi herkes için kolay değil orada da. Benim en büyük avantajım eşimle kafa birliği yapmış olmamız. Her yere her zaman gidecek durumda olmak büyük özgürlük.
Kanada’nın her iki ucunda da yaşadınız. Bu iki büyük şehri kıyaslar mısınız?
Bizim gittiğimizde Vancouver’da çok Türk yoktu, belki toplam 500 kişi falan vardı. Ama çok beraberdik. Hemen hemen 200 kişi hafta sonları biraraya gelir etkinlikler yapardık. Buraya kıyaslarsak, buradaki bölünme orada yoktu. Burada birçok gruplaşmalar var veyahut da çok kalabalık olunduğu için herkes biraraya gelemiyor. Orada sayı daha az olduğu için kafalarında ne olursa olsun biraraya geliniyordu. Orada toplumsal faaliyet için eyalet destekli imkanlar da vardı. Toplantı yaptığımız yerde haftasonları 8-12 yaş grubu çocuklara Türkçe, tarih, coğrafya, yurt bilgisi gibi şeyler öğretelim diye ben de dernek adına fahri olarak görev yaptım. İlgi, katılım iyi idi. Ama bizim çocuklar bir enteresan. Bakıyorum diğer milletlerin çocukları aralarında kendi dillerini konuşurlar. Oysa bizim çocuklar aralarında oynarken bile İngilizce konuşuyor. O kadar uyum sağlamışlar yani. Hem iyi hem de kotü bence. Çünkü bizim kültürden uzaklaşma söz konusu olabiliyor. Öte yandan da buraya entegrasyon artıyor.
10 parmağında 10 marifet birisi olarak mesleğinizi ne olarak tanımlıyorsunuz?
Marifetli değilim de yaşım biraz ileri. Hem nitelik hem de nicelik olarak epey yaşadık. Çok sey yaptım. Bir süre üniversitede ve sivil toplum kuruluşlarında hocalık yaptım. Kamu iktisadi teşebbüsü ve sivil toplum kuruluşlarında yöneticilik yaptım. Sporla çok ilgilendim. Hem kendim yaptım, hem yöneticiliğini yaptım. Uzun yıllar taekwondo milli takımlarını yönettim, federasyon asbaşkanlığı yaptım. Türk Metal Sendikası’nın genel başkan danışmanlığını yaptım.
Gazetecilik ve televizyonculuk da var.
Çocukluğumda, 60’lı yıllarda televizyon ilk çıktığı zamanlarda çalışma sistemini çok merak ederdim. Sonra hayat farklı yollara gitti. Ama kaderde televizyona bulaşmak varmış. 2002’de Türkiye’ye gittiğimde sendikanın kurduğu TUSAM isimli bir stratejik araştırma kuruluşuna danışman olarak yardım etmemi istediler. Sonra bir de baktım başına geçirdiler beni. İftihar ettiğim büyük bir kuruluştu. Çok ses getiriyorduk. 5 yıl her Pazartesi Cumhuriyet Gazetesi’nin Strateji ekini çıkardık. Sonra sendikanın desteklediği ART televizyonuna katkıda bulunmaya başladım. Sonra Stratejik Analiz isimli bir program hazırlayıp sunmaya başladım. Eski büyükelçi ve devlet bakanı rahmetli Kamran İnan’la 2 yıl program yaptık. Onun sağlık sorunları başgösterince ben her hafta başka bir konukla devam ettim bu programa. 2011’e kadar televizyon devam etti.
Ancak o yıllarda kafamızda ciddi olarak yine Kanada oluşmaya başladı daha önce belirttiğim üzere. Çünkü çocuklar oradaydı. Ve artık buraya mührü basmaya karar verdik.
Bir de yazar kimliğiniz var.
Gazetelerde, dergilerde yaklaşık 500 tane makalem çıkmış ama nedense kendimi çok da yazar olarak düşünmüyorum. Çünkü çok değişik işlerle uğraştım. Profesyonel yönetici miyim, televizyoncu muyum, araştırmacı mıyım? Hepsi biraz var içimde. Ama arastırmacı yönüm kuvvetli olduğu için ve bu da gözlem ve tahmin yeteneği ile birleşince yazar da olduk hasbelkader.
Siz ansiklopedilerde okuduğumuz, Cahit Külebi’nin oğlusunuz ve bir o kadar önemlisi 10 tane kitabınız var…
Evet belli nesiller ilkokuldan liseye kadar ders kitaplarında babamın şiirlerini okudular. Ben de aşağı yukarı 10-15 yaşlarıma kadar hem babamın sanat camiasından ahbaplarıyla toplantılarında, hem de memuriyetinden dolayı görev aldığı okullardaki etkinliklerde hep bulundum. Bu çok büyük bir avantaj tabi. İlk denememi yazdığımda babam; “böyle büyüdün, bu kadar kitap okudun, bir şeyler yazacaksın elbette” demişti. Çok doğru. Bazı aileler müzisyendir, onların çocukları da müziğin bir dalıyla ilgilenir. Ben de okumayı, yazmayı seviyorum. 10 kitabımın 6 tanesi siyaset, uluslarası ilişkiler ve ekonomi üzerine olan araştırma kitapları. Nükleer enerji konusunda Türkiye’de toplu bir kitabı yazmış az kişilerden biriyim. Romanlar konusunda ise iddiam yok. Ben sevdiğim için yazıyorum.
Hamurda var yani…
Bizim zamanımızda Varlık Yayınları gibi çok değerli bir kaynağımız vardı. O zaman çıkan bütün kitaplar bize gönderilirdi, ben de hepsini okurdum.
Yani yazmanın ilk kuralı çok okumak.
O biraz da kabiliyete bağlı tabi. Ama okumadan yazmak da mümkün değil. Bilimsel birşey yazıyorsanız ciddi bir bilgi birikiminizin olması lazım. Romanda ise tarih, coğrafya, psikoloji ve sosyoloji bilgisine ilaveten iyi gözlem yeteneğinizin olması lazım. Yani iyi bir temelin yanına bir de yetenek eklenirse o zaman iyi yazar olunur. Jules Verne veya Almanya’da çocuklar arasında çok meşhur olan macera romanları yazarı Karl May, görmeden ama okuyarak bilmedikleri yerleri yazmışlardır. Çünkü olağanüstü yetenektedirler.
Herkes hayatımı yazsam roman olurdu der.
Evet herkesin hayatı kendine göre bir romandır. Fakat insanların ilgisini çeker mi ya da devamı gelir mi bilinmez. Bazı arkadaşlarım bana senin hayatından 7-8 tane roman çıkar demişlerdir. Çok gezip, gördüğümden herhalde.
Gülüşmeler…
Dört romanınız var. Biraz onlardan bahseder misiniz?
İlk romanım askeri bir macera romanıydı. Havacılığa ve uçaklara özel bir merakım vardı. Çünkü biraz pilotluğum da var. Son kitabım da Amerika’da kaçak yaşayan bir Türk’ün romanı.
Bilgi Yayınevi’nde çıkan “Amerika Diye Diye” romanınızda Amerika’da kaçak göçmen Sadık’ın hikayesi konu ediliyor.
Evet, gurbette daha iyi bir yaşam için çok fedakarlıkta bulunanlar arasında çok zengin olanlar da var, ama belki de çekilen sıkıntılar çok daha büyük. Bu ve bu durumda olanlar konu ediliyor kitapta.
Sizinle sohbet etmek çok keyifli. Son olarak Perfect Gazete okurları için ne söylemek istersiniz?
Aileler çocuklarına özen göstersinler, onlardan kopmasınlar. Burada muazzam imkanlar var, çocuklarımız onlardan faydalansınlar. Üniversite tahsili her yaşta mümkün. Sebat edip çalışana olanak ve ekmek de çok. İkinci hatta üçüncü lisan şart. Spor yapmak önemli. Gençler spor olanaklarından yararlansınlar. Nitekim Kanada’daki Türk gençlerinden zaman zaman iyi sporcular çıkıyor. Zararlı maddelere bulaşmasınlar. Ülkemizi aklımızda tutalım.