Merhabalar efendim,
Sonbahar tüm güzelliğiyle geldi. Binbir renge bürünen doğanın bizlere sunduğu bu güzellikler, pandeminin getirdiği ağır kısıtlamaların ardından normale dönüş sürecimizde her yıl olduğundan çok daha fazla zevk veriyor hepimize.
Uzmanlar, tadına doyum olmayan bu güzelliğin sebebini donma derecesine erişmemekle birlikte düşük olan hava sıcaklığıyla yeterli yağmur oranının birleşmesi olarak açıklıyorlar.
Yani bakmaya doyamadığımız o canlı renklerin bilimsel bir açıklaması var.
Tıpkı mevsimlerin değişmesinin, küresel ısınmanın ya da hastalıkların bir açıklaması olduğu gibi.
Oysa insanlığın iflah olmaz hastalığı ayrımcılığın ne somut bir bilimsel açıklaması ne de tedavisi var.
Bilim baş döndürücü bir hızla ilerlerken, insanlığın bu çağda bile biz ve onlar isimli iki takımda rekabet etmekle kalmayıp, bizden olmayan ölsün mantığıyla hareket etmesi ise aklın sınırlarını zorluyor.
Tarih boyunca ateşi kontrol edebilen, teknoloji üreten, bazı hayvanları kendi amacına uygun şekilde evcilleştirip kullanan, bitkileri istediği yerde yetiştirebilen ve geldiği noktada canlıları klonlayıp artık evrenin sırlarını çözme yoluna çıkan insanoğlunun, iş yek diğerine gelince akıllara durgunluk verecek şekilde ilkelleşebilmesi ne yazık ki artık günlük gerçeğimiz haline geldi.
Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olsa da bu eşitliğin sadece kanun kitaplarında ya da okul ödevlerinde kaldığına ve yaşamlarımıza yansımadığına ne yazık ki her gün şahit oluyoruz.
Kanada gibi her dilden şarkıların çalındığı bir memlekette bile etnik köken kavgaları sosyal medya paylaşımlarından taşıyor. Artık hangi restoranda yemek yendiği, hangi marketten alışveriş yapıldığı ya da hangi parka gidildiği bir tartışma konusu olabiliyor.
Son zamanlarda neredeyse akın akın bir göç yaşanırken, yeni tanıştığımız birine bir kimlik yaratabilmek, onu uygun bulduğumuz bir akıl çekmecesine yerleştirmek için her şeyden önce nereli olduğu ya da hangi gruba mensup olduğu gibi bilgilere ihtiyaç duyuyoruz.
Oysa yemek pişirme tekniklerimizden temizlik alışkanlığımıza kadar biz biriz. Gelin kaynana atışmalarından, ergen yetiştirme zorluklarına, elalem ne der kaygılarından hesap ödeme yarışlarımıza kadar aynıyız.
Aynıyız ama ayırıyoruz. Çocuklarımızı ayrımcılık yapmamaları için uyarıyoruz ama aynı topraklardan geldiğimiz kardeşlerimize karşı ayrımcılık yapmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Hiç kimseyi fiziksel görünüşü, toplumsal sınıfı ya da dini inancı nedeniyle hor görmemek gerektiği söylemleri dilimizden düşmüyor ama sazın tellerinde bile ayrılmaktan geri durmuyoruz.
Hatta çoğu zaman dostlar alışverişte görsün misali, fanatik duygularla ayrımcı tarafımızı besliyoruz.
Bütünleşmemizi engelleyen, mutsuzluğa sevk eden en ciddi toplumsal sorunlardan biri ayrımcılık. Aynı zamanda hem ülke çapında hem de uluslararası düzeyde yasaklanmış bir suç.
Bence birlikte olamayışımızın ardında inatçı bir önyargı olduğunu farketsek, önyargılarla suya indirilen gemilerin iletişimsizlik ve umursamazlık yüzünden batmaya mahkum olduğunu görebiliriz.
Dünya Af Örgütü ayrımcılığı kimlik kavramlarına dayalı önyargı ve kimliğini belirli bir gruba aidiyet temelinde tanımlama ihtiyacı şeklinde tanımlıyor.
Öyleyse yakmak, yakabilmek lazım bütün kimlikleri. Bir de insan olarak bakmak lazım dünyaya.
Ancak anlamsız ve faydasız inadımızı bir yana koyup, dünyaya insan olarak bakarsak, aynı Ahmed Arif’in dizelerindeki gibi bir alemde yaşadığımızı farkedebiliriz. Arif diyor ki düşün, uzay çağında bir ayağımız; ham çarık, kil çorapta olsa da biri.
Artık çoğu ailenin göçmenlikte ikinci hatta üçüncü kuşağı gördüğü Kanada’da bizim sorunumuz birbirimiz miyiz yoksa eşitsizlik, adaletsizlik ve ahlaksızlık mı? Bize düşen birbirimizi incitmek mi yoksa gelir dengesizliğiyle mücadele mi? Neden enerjimizi yoksulluk, işsizlik, suç, kirlilik ve düzensizlik gibi toplumsal sorunların sorumluluğunu göçmenlere yıkmaya çalışan zihniyetle savaşmak yerine türküleri dillere bölmeye harcamakla tüketiyoruz?
Peki doğru mu yapıyoruz?
Bence nesiller boyu tekrar tekrar ısıtılıp önümüze konulan bu bayat alışkanlıktan kurtulmak için ideal bir memlekette yaşıyoruz. 200’den fazla dilin konuşulduğu Kanada’da biz ayrılsak da beraberiz ve ortak kültürümüzün sese ihtiyaç duymayan dilini konuşuyoruz.
Temelsiz inançlarımızdan kurtulup adil gösteren gözlüklerimizi takarsak, ahlakın, aklın ve vicdanın tarafı olmadığını göreceğiz.
Bizleri takımlaşmaya ve karşı takıma mutlaka gol atmaya zorlayan önyargılarımızdan sıyrılırsak, evlatlarımızın geleceği için yaptığımız fedakarlıkların, içimizi kavuran memleket hasretinin, anneye babaya hürmetin hiçbir takımın renginde olmadığını belki de utanarak farkedeceğiz.
Bence hayatlarımızı taraftar olarak sürdürmek zorunda değiliz. Hele hele fanatik taraftar olmak hem kendimize hem de etrafımıza zarardan başka birşey getirmeyecek, inanın dostlar. Ayrıca ille de fanatik olmak gerekiyorsa, öğrenmenin, ilerlemenin ve gelişerek değişmenin fanatiği olabiliriz.
Şu halde ötekileştirmeyle kalmayıp ötekiyle bağları koparmak da neyin nesi?
Kuşların göçünü, yaprakların renk değişimini veya sincapların kışlık nevale biriktirmesini seyredebilenlerin arasındayız ve sadece bunun için bile çok şanslıyız.
Bu şansı, kazananı olmayacak bir kavgayla ziyan etmekse akıllıyım diyen kişinin tutumu olamaz.
Perfect olun, Perfect kalın…