Merhabalar efendim,
Havalar epey bir soğudu. Sağlığınız, keyfiniz yerindedir umarım. Geçtiğimiz yılın endişesiyle kıyaslanamasa da pandemi bir kışa daha damgasını vuracak gibi görünüyor. Özellikle virüsün havadan bulaştığı gerçeği göz önüne alınırsa temkinli olmakta fayda var dostlar.
Nerede ve ne kadar temkinli olmamız gerektiğini ya da olabileceğimizi tartışmayı başka bir zamana bırakıp, epeydir aklıma takılan bir konuyu siz değerli okurlarla paylaşmak isterim.
Elbette dikkat etmişsinizdir, neredeyse iki yıldır tüm sohbetlerin ana konusu pandemi. Pandemi konusuna girilmek istenmese de son iki yıldır yaşadıklarımız hepimizi ister istemez pandemi çerçeveli sohbetlere sürüklüyor. Düşünsenize, ne yaşadık biz? Market alışverişlerimizi önce dışarıda beklettik, sonra teker teker yıkayarak yerine yerleştirdik. Hafif aksırandan köşe bucak kaçtık. Akıl ve ruh sağlığını derinden yaralayacak bir süre evlerimize kapandık, en sevdiklerimize hasret kaldık. Ama belki de en önemlisi kişisel afiyetimizi bir kenara bırakarak gün be gün ülkelerin vaka ve ölü sayılarını yürekler ağızda bekledik. Ne yazık ki bir kulaktan girip diğerinden aynı hızla çıkmayan o bilgileri ne idrak etmek ne de hazmetmek kolay değildi.
Dolayısıyla binbir fedakarlıktan sonra kavuştuğumuz sosyal hayatlarımızın ana konusunun halen pandemi olması bir var oluş gerçeği olarak değerlendirilebilir ancak. Hatta ayaküstü iki lafın belini kırarken bile konuların halen aşı, kısıtlamalar ya da açılmalar olması normaldir. Maske gerçekten korur mu, ne kadar mesafe yeterli mesafedir, çocuklara aşı mecburi olsun mu gibi soruları dillendirmemiz hem danışmak hem de birbirimizi bilgilendirmek açısından elzemdir, sorulmalıdır. Ne de olsa maskelerin koruma faktörlerinden mesafelerin belirlenmesine kadar dünya üzerindeki varlığımızı sınırlandıran ve ciddi bir çoğunluğu politikacıların iki dudağının arasından çıkan kamu sağlığı protokolleriyle hem canı hem de aklı yanan biziz.
Evet, sorular sorulmalı, cevaplar aranmalı ve çözüm yolları elbette tartışılmalıdır. Fakat azıcık mürekkep yalamış olan herkesin bildiği ve aklı selim sahibi olan herkesin kabul edeceği gibi tartışmanın amacı zafer kazanmak değil, ilerlemek olmalıdır. İlerlemek içinse doğru soru sorulmalıdır.
Pandeminin can yakmaya başladığı günden beri haber kanallarından sosyal medya platformlarına, telefon konuşmalarından uzman görüşlerine inanılmaz geniş bir yelpazede akıl yakan sorulara şahit olduk. Virüsü haşerat kategorisinde değerlendirip ağzına böcek öldürücü sprey sıkanı da gördük, aşıyla çipleneceğine iman edeni de.
Kendi adıma en trajikomik bulduğum soru ise şu oldu:
Aşıya inanıyor musunuz?
Bence ‘aşıya inanmak’ kendi içinde epey tezat barındıran bir durum. Bilimsel bir buluş olan aşının inanç temelinde sorgulanabilir hale getirilmesi, aydınlanma basamaklarında durduğumuz yerin de göstergesi sayılabilir. Aşıya inanıyor musun sorusu, inanmanın bilimsel bir ölçü birimi sayılması neticesinde, olgular hakkında doğrulanabilir kuramlar geliştirmekle sorumlu bilime hakaret değil midir sizce de?
Ayrıca durum böyle olunca insan ister istemez çılgın sorulara kaptırıyor kendini. Mesela aşıya inanınca koruma faktörü artar mı ya da inanmayınca daha mı az etkili olur? Bilim inanç kategorisinde değerlendirildiğinde yerçekimine inanmayanların uçabilmeleri gerekmez mi?
Bu çerçeveden bakıldığında dostlar, bir bilim kurumuna sekreterlik hatta müsdahdemlik sıfatlarıyla bile yaklaşmamış kişilerin aşı hakkında yorum yapmaları, yol göstermeleri, sosyal reçete yazmaları en hafif tabiriyle kendini bilmezlik olarak nitelendirilebilir. Bu kişilerin test edilebilir kanıtlara dayanmayan kanaatlerinin yaşamsal sonuçlar doğuracağı düşüncesi ise oldukça tedirgin edici.
Bilim, kültürel farklılıklardan, şahsi inançlardan ve benzeri öznel yargılardan tamamen bağımsız olarak, insanlığın bugüne kadar gerçek olana erişmekte kullanabildiği ve bu yolda elde edilen veriler konusunda istikrarlı bir şekilde başarıya ulaşabilen en güvenilir aracı oldu. Bence bilimi o kadar ayakaltı etmemek lazım.
Carl Sagan’a atfedilen bir cümle ‘İnanmak değil, bilmek istiyorum’, der. Gerçi kanıtlar söz konusu cümlenin Carl Sagan’a değil, eşi ve bazı kitaplarının editörü olan Ann Druyan tarafından dile getirildiğini her yerde tekrarlar ama kadının adı yok misali, erkeğin gölgesi hep ağır basar ve bilim insanları bile cinsiyet ayrımcılığına kurban gider.
Bence yaşamlarımızda inanmak yerine bilmeyi koymamız gereken birçok alan var.
Özellikle 25 Kasım’ın Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olması sebebiyle, şiddetin biteceğine inanmak yerine, şiddete zemin oluşturan ve besleyen unsurları görmek, tanımak ve onları elbirliğiyle eleyebilmek dileğiyle dostlarım.
Perfect olun, Perfect kalın…